Okul duvarını biz yaptık, orada ne öğreteceğimizi başkası belirledi

Prof. Dr. Bayram Özer/ Ondokuz Mayıs Üniversitesi
5/20/2025

Bugünkü eğitim sisteminin küresel bilgi rejimlerinin taşıyıcısı olduğunu fark etmemiz gerekiyor. Bilgiyi yedekleyen değil, yeniden kuran bir nesil” idealimiz olmalı, okulları yapanların okulların içerisinde kendi çocuklarını istedikleri şekilde nasıl eğitebileceklerinin yollarını bulmamız gerekmekte. Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli bunun için milat olarak kabul edilebilir.



Türkiye'de eğitimin ideolojisi uzun yıllardır çift kutuplu bir eksende şekilleniyor. Bir yanda, pozitivist-modernist ve laik değerleri önceleyen, ulus-devlet temelli eğitim paradigması, diğer yanda ise İslamî referanslarla şekillenmiş, medeniyet odaklı ve değer merkezli muhafazakâr eğitim anlayışı yer almaktadır. Ancak bu karşıtlık aslında yalnızca siyasi eğilimlerin bir yansıması değil. Bu karşıtlık ve beraberinde ortaya çıkan çatışma aynı zamanda iki farklı medeniyet tasavvurunun, insan ve toplum anlayışının eğitime yansıması gibi de duruyor. Ama ben burada başka bir konuyu tartışmak istiyorum. Yazıya bu şekilde başlamamın sebebi ise aşağıda arz edeceğim durumun temelinde bu düşüncenin olduğunu düşünüyor olmam. Şöyle ki;

Türkiye'de özellikle dindar ve hayırsever halkın—ki bunlar toplumun çoğunluğunu oluşturuyor—fiziksel eğitim yatırımlarında olağanüstü bir fedakârlık ve özveri gösterdiğini söylemek sanırım yanlış olmaz. Bu kesim okul yapmak, bina inşa etmek, okul lojistik altyapısını kurmak gibi konularda yoğun bir çaba içerisindedir. Cami dernekleri (her ne kadar öncelikle ibadet yerlerinin imarı ve ihyası için çalışsa da eğitim kurumlarının ihtiyaçları için de zaman zaman çalışmaktadır) hayır vakıfları, köy veya mahalle halkı, varlıklı ve hayırsever iş insanları ve esnaf dayanışmasıyla yüzlerce okul, yurt, kurs merkezi inşa edilmiştir. Bu yönüyle Türkiye'de eğitimin altyapısal güvencesi dindar halkın emeğiyle sağlanmaktadır demek yanlış olmaz sanırım.

Modernist ve laik değerleri önceleyen seküler kesim ise, eğitim yatırımlarını genellikle fiziki olmayan alanlara yani eğitim düşüncesi, felsefesi, politika önerileri, müfredat analizi ve eğitim içeriklerinin şekillendirilmesine yönlendirmiştir. Bu alanda çalışan ve oldukça profesyonel işler ortaya koyan kurumlar oluşturmuş ve bu kurumların marifetiyle eğitim politikalarını ve uygulamalarını şekillendirmişlerdir. Bu kurumların çalışmalarına bakıldığında bilimsel araştırmalar ürettikleri, politika önerileri geliştirdikleri, öğretmen eğitimi raporları yayımladıkları ve karar verici mekanizmalarla etkili iletişimler kurdukları görülmektedir.

Bu çerçevede konuya bakılınca dikkat çekici bir tablo ile karşılaşıyoruz.

Modernist ve laik değerleri önceleyen seküler kesim, eğitimin yönünü belirleyecek düşünsel, pedagojik ve politik alanlara odaklanarak bu sahalarda etkili çalışmalar yürütmektedir. Buna karşılık İslamî referanslarla şekillenen, medeniyet merkezli ve değer temelli muhafazakâr çevreler ise daha çok eğitimin fiziksel boyutuna (okul inşası, yurtlar, kurs merkezleri gibi mekânsal yatırımlara) yoğunlaşmaktadır. Bu yaklaşımın sonunda ortaya çıkan tabloya bakıldığında, muhafazakâr kesim tarafından büyük emekle oluşturulan eğitim mekânlarının, çoğu zaman seküler dünya görüşünü benimseyen yapıların geliştirdiği içeriklerle doldurulması gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla aslında muhtemelen her iki tarafın da farkında olmadığı ve karşımıza bir çatışma olarak çıkan bu çelişki, yalnızca yapısal değil, aynı zamanda anlam ve yön belirleyici rolün hangi kesimde olduğuna dair önemli bir çelişkiyle karşı karşıya kalmamıza sebep oluyor.

Bu değerlendirme eğer doğruysa karşımızda ilginç ve çarpıcı bir sosyo-politik gerçeklik duruyor. Eğitim sadece mekân ve araç değil, aynı zamanda anlam ve yön meselesidir. Mekânı sağlayan dindar kesim, içerik üretme ve yön tayin etme kapasitesini yeterince geliştirememiştir.

Türkiye'deki mevcut eğitim sistemi yalnızca içerik düzeyinde değil, daha derin ve görünmez bir düzeyde, yani zihinsel altyapı ve bilgi üretim kodları bakımından da dışa bağımlı bir yapı sergilemektedir. Bu bağımlılık başka bir medeniyetin değer dünyasına yaslanarak eğitim üretmeye çalışmakla kendini göstermektedir. Zira bir toplumun çocukları, kendilerine yabancı bir uygarlığın referanslarıyla eğitildiğinde, o toplumun geleceği de kaçınılmaz olarak o uygarlığın yönlendirdiği bir hatta ilerleyecektir. Çünkü eğitim kurumları yalnızca bilgi aktaran yerler değil, aynı zamanda bir milletin ruhunu, anlam dünyasını ve değer yargılarını biçimlendiren stratejik mekanizmalardır. Bu nedenle eğitimin asıl meselesi binalar ve mekânlar değildir. Eğitimde asıl mesele her zaman anlam, ruh ve zihniyet inşası olmuştur.

Kalbin eğitimi

Bu bakış açısına göre gerçek bir maarif sistemi yalnızca akla hitap etmemelidir. Eğitim aynı zamanda kalbi de eğitmeyi amaçlamalıdır. İdeal eğitim bireyin yalnızca zihinsel yetkinliğini değil, ahlaki kapasitesini de geliştirmeli ve onu iyi insan, erdemli birey ve sorumlu bir vatandaş olarak yetiştirmelidir. Ne var ki bugün okullarımızda bu ruh eksikliği ciddi biçimde hissedilmektedir ve bu ruhsuzluk aslında sadece içeriklerden kaynaklanmamakta özellikle sisteme yön veren ideolojik kabullerden kaynaklanmaktadır. Bu ruhsuzluğun diğer bir sebebi de öğretmen niteliği ve eğitimin taşıdığı ideolojik kodlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Dindar kesim bu ruhu eğitim sistemine taşıyamadığı için, kendi yaptığı okullarda fikir olarak dışlanmaktadır. Bunun sonucu olarak da öğrencilere yalnızca bilgi verilmeye çalışılmakta, ancak anlam dünyaları ihmal edilmektedir ve bu ihmal çağdaşlık, laiklik, modernlik ve ilerleme gibi süslü ve popülist bazı kavramlarla perdelenmektedir. Bu nedenle değer merkezli düşünceyi savunan toplumsal kesimler, kendi inşa ettikleri eğitim mekânlarında fikir düzeyinde temsil edilememekte, hatta marjinalleştirilmektedir.

Bu açıdan bakıldığında mevcut eğitim içeriklerinin büyük ölçüde küresel ideolojik akımlarla uyumlu, fakat yerli-milli değerlerden uzak paradigmalar üzerine kurulu olduğu görülmektedir. Eğitimde içerik üreten kesim çoğu zaman kendi kültürel köklerini ikincil plana atmakta, bunun yerine evrensellik adı altında dış kaynaklı fikirleri ön plana çıkarmaktadır. Bu yaklaşım ise bireyin kendini, toplumunu ve tarihini tanımasını zorlaştırmakta ve aidiyet hissini zedelemektedir. Aslına bakılırsa bizim eğitimden beklediğimiz yalnızca beceri kazandırmak olmamalı, becerinin yanında ve daha önce bireye kimlik, anlam ve yön tayin etmesi olmalıdır. Bu nedenle eğitim sisteminin hem entelektüel hem de ahlaki bir perspektiften yeniden düşünülmesi ve içeriğin bilimsel olduğu kadar medeniyet temelli bir duyarlılıkla üretilmesi birincil amaç olmalıdır.

Bütün bu değerlendirmelere göre eğitimin öncelikli amacı bireyin kendini, kimliğini ve görevini tanıma sürecidir. Bu kapsamda Türkiye için eğitimin amaçları yeniden düşünülmeli ve hem İslam düşüncesinden hem de çağdaş pedagojiden beslenen bir maarif modeli ortaya konmalıdır. Bu açıdan Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli bir milat olarak kabul edilebilir.

Bugünkü eğitim sisteminin küresel bilgi rejimlerinin taşıyıcısı olduğunu fark etmemiz gerekmekte. Bilgiyi yedekleyen değil, yeniden kuran bir nesil" idealimiz olmalı, okulları yapanların okulların içerisinde kendi çocuklarını istedikleri şekilde nasıl eğitebileceklerinin yollarını bulmamız gerekmektedir. Yoksa eğitime yaptığımız her türlü yatırım çocuklarımızı bizden uzaklaştırmakta ve hatta bize düşman haline getirmektedir.

Bugün Türkiye'de eğitim üzerinden yürüyen bu ideolojik karşıtlık, bir yönüyle medeniyet tasavvurlarının savaşıdır. Fiziksel yatırımı yapan kesim, içeriği şekillendiremediği için meyvenin sahibi olamamaktadır. Okul binasını inşa etmek önemli fakat eğitimin hedefini, içeriğini ve yöntemini belirlemek daha da önemlidir. Çözüm yolu dindar ve milli-manevi değerleri önceleyen kesimin şu alanlara yatırım yapmasından geçer:

Dindar halk, canını, malını ve dualarını bu yolda seferber ediyor. Ancak esas mesele bu gayretin bir medeniyet idealine, bir maarif sistemine ve eğitim paradigmasına dönüşmemesidir. Bu yüzden inşa ettiği okulda başkasının hikâyesi okunmakta ve çocukları başkalarının hayalleri ile büyümektedir.

Aslında burada bitirmiştim yazıyı ama şunu da eklemezsem eksik olacağını düşündüm.

Yukarıda açıklamaya çalıştığım üzere Türkiye'de eğitim tartışmaları büyük ölçüde iki dünya görüşünün çatışmasına indirgenmiş durumda. Ancak bu çatışma her iki tarafın da kendi çocuklarını nasıl bir insan modeliyle eğitmek istediklerini birlikte düşünmelerine ve ortak çözümler üretmelerine engel olmamalı aslında. Çünkü günümüzde ülkemizde asıl ihtiyaç duyulan şey, çatışmadan beslenen bir ayrışma değil, değer temelli ve çoğulcu bir eğitim anlayışı etrafında inşa edilecek bir uzlaşı zeminidir.

Eğer bu iki kesim yani hem geleneksel-manevi değerleri önceleyenler hem de modern-seküler eğilimli kesimler, birbirini düşmanlaştırmak yerine, "Ben kendi çocuklarıma nasıl bir değer dünyası sunmalıyım?" ve "Sen kendi çocuklarına hangi insan modelini aktarmak istiyorsun?" sorularına ortak akılla cevap verebilirlerse Türkiye'de eğitimin şu ankinden daha iyi olacağı hiç şüphe götürmez. Hatta kutuplaşma denilen sosyal ayrışmanın da büyük oranda çözüleceğini düşünebiliriz.

Ancak özellikle ülkenin köklü değerlerine karşı, dış kaynaklı felsefe ve ideolojileri "laiklik" ya da "modernlik" adı altında mutlaklaştırarak saldıran ve bunları eğitim sistemine dayatan bir kesimle ortak zemin bulmak bugünkü koşullarda kolay görünmemektedir. Bu kesim sıklıkla ve ısrarla diğer tarafı cahillikle, gerilikle, dogmatiklikle suçlamakta ve bir arada yaşamayı değil, tek tip insan üretmeyi ve herkesin kendi istedikleri gibi yaşamasını istemekte ve dayatmaktadır. Bunu ise doğal bir hak olarak gördüğüne dair düşüncelerini açıkça ifade etmektedir.

Yine de bütün bu zorluklara rağmen, bu topraklarda birlikte yaşamak zorunda olan insanlar olarak bir medeniyet inşasının yolunun karşıtlıkları aşacak bir eğitim mutabakatından geçtiğini unutmamalıyız. Bütün zorluklara rağmen kendi içinde çeşitliliği barındıran ama bu çeşitliliği çatışmaya değil, birlikte yaşamaya dönüştüren bir eğitim modeli mümkün olabilir.

Yukarıda ifade etmeye çalıştığım düşünceler eğitim üzerinden yürüyen fikrî, ideolojik ve kültürel bir çatışmayı tespit içindi, bu çatışmayı körükleyecek bir dil kullanmamaya çalışıyorum. Bu çatışmanın çözümünün ise sadece bir tarafın galibiyeti ya da diğerinin bastırılmasıyla mümkün olacağını da düşünmüyorum. Kanaatimce konuyu ancak karşılıklı olarak duyulan korkuların, önyargıların ve kırılmaların öncelikle tanınması ve daha sonra ise onarılması ile çözebiliriz.

Bu yüzden konunun ikinci tarafı olarak dindar-muhafazakâr kesimin sıklıkla düştüğü bir hataya da dikkat çekmek gerekir.

Her ne kadar eğitim sisteminde içerik üretim ve yönlendirme gücünü elinde bulunduran, kendi düşünsel çerçevesini eğitimin tüm alanlarına yerleştirmeye çalışan bir "seküler elit"ten söz edilse de bu duruma tepki olarak toplumsal hafızada güçlü bir yere sahip olan tarihsel figürleri ve onların temsil ettiği değerleri hedef almak, amacı gerçekleştirmekten çok uzak sonuçlar doğurur. Zira böyle bir yaklaşım söz konusu figürleri değersizleştirmekten ziyade, onlara bağlılık duyan geniş kesimlerde daha güçlü bir sahiplenme ve savunma refleksi oluşturmakta, toplumsal kutuplaşmayı daha da derinleştirmektedir.

Ayrıca bu tür bir tepki dili yazı boyunca anlatmaya çalıştığım kadim geleneğin ahlaki ilkelerinden biri olan yumuşak sözlü, yapıcı ve kuşatıcı iletişim anlayışıyla yani "kavl-i leyyin"le de örtüşmemektedir. Zira kavl-i leyin, kökleri yerli-milli ve manevî değerlere dayanan sağlıklı bir medeniyet tasavvurunun temelini oluşturmaktadır. Dolayısıyla toplumsal olarak ortak hafızada anlamı ve işlevi olan figürleri doğrudan hedef almak, hem toplumsal birlik zeminine zarar vermekte hem de savunulan değerlerin temsilinde bir çelişki doğurmaktadır diyebiliriz.

Bu bağlamda önemli olan tarihsel ve kültürel mirasımızın çeşitli unsurlarını çatıştırmak değil, onları birbirini tamamlayan unsurlar olarak görmek ve bu çeşitliliği ortak bir zeminde buluşturabilmektir. Tepkisel söylemlerle değil ilkeli ve kuşatıcı bir duruşla hareket etmek elzemdir. Ancak bu sayede eğitimde hakikaten anlamlı ve dönüştürücü bir söylem geliştirmek mümkün olabilir.