Rusya ile Ukrayna arasında yeni bir barış görüşmesi için hazırlıklar hız kazanıyor. Ancak masaya taşınacak senaryolar, "barış" kavramının özünü zedeleyen, uluslararası hukuku devre dışı bırakan bir içerik barındırıyor. Zira konuşulan, Ukrayna'nın bağımsızlığının temeli olan toprak bütünlüğünün fiilen ortadan kalkacağı, işgalin kalıcı hâle getirileceği bir düzen. Kısacası son bir haftada yürütülen müzakereler, silahların susmasını sağlasa bile adaletin sesini kısmaktan başka bir anlam taşımıyor.
Böylesi bir anlaşmaya ev sahipliği yapacak ülke arayışında Avusturya, İsviçre ve Türkiye'nin adı geçiyor. Türkiye'nin ve İstanbul'un adının bu denklemin içinde olması ilk bakışta diplomatik bir başarı gibi görülebilir. Oysa daha yakından bakıldığında, Ankara açısından ciddi bir risk barındırıyor: Türkiye, uluslararası hukuku hiçe sayan bir anlaşmaya ev sahipliği yaparak, kendi tarihî ve ahlaki duruşundan taviz vermek zorunda bırakılabilir ve yıllardır barışla anılan diplomatik yaklaşımımızı tartışmaya açabilir. En azından, yıllar sonra bu denli hukuk tanımaz bir antlaşmanın İstanbul'un ismiyle anılması, barışa dayalı hürriyet alanında örnek gösterilen Türkiye için imaj zedeleyici bir durum oluşturabilir.
TÜRKİYE'NİN ÖNÜNDEKİ KRİTİK SEÇİM
Türkiye'nin şimdiye kadarki yaklaşımı, savaşın ilk günlerinden itibaren "adil barış" ilkesini esas aldı. Karadeniz Tahıl Koridoru Anlaşması, hem insani hem de ekonomik boyutuyla bu yaklaşımın en somut göstergesiydi. Türkiye, tarafsızlık zemininde kalmaya çalışarak hem Moskova hem Kiev nezdinde güvenilir bir aktör olmayı başardı. Ancak gelinen noktada gündeme gelen barış formülü, tarafsızlıktan ziyade işgalin meşrulaştırılması anlamına gelecektir.
Uluslararası hukuk çok açık: Bir devletin başka bir devletten zorla toprak koparması, Birleşmiş Milletler Antlaşması'nın ihlalidir. 1975 Helsinki Nihai Senedi, Avrupa güvenlik düzeninin temeli olan "sınırların değişmezliği" ilkesini ortaya koymuştur. Bugün Ukrayna için önerilen model, bu ilkeleri ayaklar altına alarak yeni bir "Münih Anlaşması"na kapı aralamaktadır. Tarih göstermiştir ki, adaletin feda edildiği barış girişimleri, kalıcı değil geçicidir.
ADALETSİZ BARIŞ, GELECEĞİN SAVAŞIDIR
Tam da bu noktada Türkiye'nin adı öne çıkıyor. Ancak Ankara'nın yapması gereken, böyle bir hukuksuzluğa mekân sağlamak değil; hukuka dayalı bir barışın savunucusu olarak duruşunu korumaktır. Çünkü Türkiye, kendi dış politikasında da toprak bütünlüğü ve sınırların dokunulmazlığı ilkesine sıkı sıkıya bağlıdır. Kıbrıs meselesinde, Filistin'de ya da Azerbaycan-Ermenistan hattında dile getirdiğimiz bütün tezler, tam da bu evrensel ilkeye dayanmaktadır. Eğer Türkiye, Ukrayna'nın parçalanmasını meşrulaştıracak bir anlaşmaya ev sahipliği yaparsa, yarın benzer ilkeleri savunurken inandırıcılığını kaybetme riskiyle karşı karşıya kalacaktır.
Diplomasinin özü, güç dengeleri kadar meşruiyettir de. Bugün Rusya ile Ukrayna arasında "barış" adı altında imzalanacak bir metin, işgali kalıcılaştırdığı ölçüde tarihe bir barış belgesi değil, bir hukuk cinayeti olarak geçecektir. Bu cinayete tanıklık etmek başka şeydir, ona ev sahipliği yapmak bambaşka.
BARIŞ MI, HUKUK CİNAYETİ Mİ?
Türkiye'nin seçeneği nettir: Hukuka aykırı bir barışın adresi değil, adaletli bir çözümün sözcüsü olmak. Tarih, savaşın gölgesinde atılan imzaları değil, hukuka ve adalete sadık kalanların cesur tavırlarını yazacaktır. Ankara, diplomatik kazanım görüntüsü uğruna kendi ilkelerini feda etmemelidir.
Bugün Türkiye'ye düşen, "barış" kelimesinin içini boşaltan değil, ona hak ettiği meşruiyeti kazandıran bir yolun parçası olmaktır. Çünkü hakikati olmayan barış, yarının savaşının davetiyesinden başka bir şey değildir.