Köşe Yazarları ve Köşe Yazıları

Sibel ERASLAN

“Pax Ottomana”, Osmanlı Barışı…

“Pax Ottomana”, Osmanlı Barışı…

24 Mayıs 2025 Cumartesi

Geçtiğimiz haftalarda sosyal medyada Yavuz Sultan Selim Han ile ilgili, tarihi olmaktan çok politik kaygılarla yürütülen bir tartışma epey gündemde kaldı...

Tarihçi olmamakla birlikte bendeniz de belli yaşın üstündeki herkes gibi tarihle ilgilenirim, okumayı severim. Bir edebiyatçı olarak da tarihi, toplumlara ilham veren büyük bir geleneğin, hatta medeniyetin bir parçası, formu olarak görür, okur ve değer veririm... Tarih, elbette politik bir okumaya tabi tutulabilir, ne ki bu takdirde, gerçekler değil algılar ve algı mühendislikleri girer devreye... Bu yüzden tarihi, anlık reflekslerimiz üzerinden değil de geniş bir medeniyetler atlası içinde okursak şayet bütüncül bir anlam kazanacağını düşünürüm. Böyle düşünmeyi biraz da Braudel'den, Mirca Eliade'dan kapmış olabilirim. Onların tarihe ve insana bakışı medeniyetleri veya gelenekleri kof şekilde çarpıştırmak değil, zamanlar arasından süzülerek gelen bütünlüğü kavrayabilmeye yöneliktir çünkü...

Anadolu coğrafyasında elbette pek çok savaş, çarpışma, çatışma yaşanagelmiştir. Lakin en uzun süreli olarak bu topraklarda hüküm sürmüş Osmanlı Devleti, devlet yönetimi adına -her ne kadar bazı kısımları sentez de olsa- adeta başlı başına bir paradigma kurmuştur. Adı üzerinde imparatorluklar, cihanşumüldür, yani dünyanın küçük bir özetidir onların yapısı. Ulus devletler gibi opak değildir imparatorluklar, gözeneklidir, heterojendir, çoğulcu bir yapıya, çoklu etnisiteye dayalıdırlar. Bu bin bir farklı desen, ses, dil ve kültürü muhteşem bir harmoniyle yönetebildiği için de Osmanlı, en uzun soluklu imparatorluklardan olmuştur...

İstanbul hayranı seyyah Leydi Montegü, İstanbul'u ve hassaten Beyoğlu'nu (Pera'yı) Babil Kulesi'ne benzetir, Türkçe'den, Fransızca, Arapça, Kürtçe, İtalyanca, Almanca, Boşnakça, Arnavutça, Rumca kadar pek çok dilin bir arada konuşulduğu ve herkesin birbirini anladığı, hayatına saygı gösterdiği garip bir şehir tecrübesidir onun için Müslüman İstanbul...

EVET MÜSLÜMAN İSTANBUL!

İçinde her ne kadar Yahudi'si, her türlü mezhep ve tarikatıyla Hristiyan'ı, Müslümanlarınsa her mezhebi, her tarikatı ile sanki ikinci Kudüs gibidir. Bu geniş popülasyonda Ehli Beyt soyundan gelen Şerifler ve Seyyid'lere ayrı hürmet gösterilir, onların defterleri ayrı tutulur, maaşları, askerlik işleri, vergi ödemeyişleri gibi konular, sadece onlara mahsus kılınmıştır. Ayrıca Acem'ler denilen Şia mensubu insanlar da aynı barış şehrinde bir arada yaşamaktadır...

Benim çocukluğumdaki İstanbul, yukarıda çizmeye çalıştığım o büyülü ve kendine özgü selameti taşıyan büyük geleneğin son kırık parçacıklarını taşırdı.

Braudel buna "Pax Ottomana" der; Osmanlı barışı... Kudüs'te de bu yaşanmıştır Osmanlı idaresi boyunca, üç dinin temsilcileri de iç içe yan yana kavga etmeden asırlarca yaşabilmişlerdir. Bugünse ne yazık ki oluk oluk bebek kanı akıyor mukaddes Filistin diyarından...

Tam da bugünlerde barış müzakerelerini konuşurken, Osmanlı Barışı üzerinde cidden zihin yormamız icap ediyor.

Yavuz Sultan Selim, bu büyük Osmanlı Barışı paradigmasının önemli aktörlerinden birisidir. Evet, yaşadığı devir, büyük savaşların, fütuhatlarına ve bozgunların yaşandığı bir dönemdir... Bu büyük fetretlerin arasından bir medeniyetin kaidesini kurabilmiş olabilmek elbette kolay değildir. Büyük Osmanlı Sultanı Yavuz'u tarihin dışında bırakmak, yokmuş gibi davranmak, negatif algı çalışmalarıyla şeytanlaştırmaksa kimsenin harcı değildir, olamaz...

Yavuz Sultan Selim Han'ın tarihe derin izler bırakmış bir hatırası ile, yazımı bitiriyorum...

Yavuz Sultan Selim Han, Çaldıran seferinde Şah İsmail'i ve ordusunu bozguna uğrattı. Ardından Yavuz Selim Han şehre girdi. Tebriz'deki tüm ilim ve sanat ehlini huzuruna davet etti. "Kur'an-ı Kerim kıraatinde edasının güzelliği ve Davudi sesi ile meşhur olan Hafız Mehmed Yakub'u işittik. O da burada mıdır, yoksa vefat eylemiş midir bilmeyiz. Şayet sağ ise, okuduğu Kur'an-ı Kerim'i dinlemek isteriz" dedi...

Derhal huzura davet edildi. Onun okuyuşunu dinleyince Sultan'ın hayranlığı daha bir arttı. İstanbul'a dönüşte kendisini başkente davet etti ve yakın dost meclisine dahil etti. Hafız Mehmed Efendi'nin vefatından sonra Hafız'ın Hasan Can namındaki oğlu, Yavuz Sultan Selim Han'ın en yakın sırdaşı ve sohbet yoldaşı oldu.

Hasan Can Hazretleri, çelebi kişiliğiyle Yavuz'un adeta nefesi gibi olmuştur. Hayatının sonuna kadar Yavuz Sultan Selim Han'a refakat etmiş, hizmetinden ayrılmamıştır. Sultan son demlerinde; kendisine bir haller geldiğini ve bunun acep ne olduğunu sormuş, Hasan Can Efendi de Allah Teala'ya yakın olma zamanıdır Sultanım diye cevap vermiştir. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim Han gürleyerek: "Ya sen bizi şimdiye kadar kime yakındır zannediyordun bre!" diye çıkışır.

Hasan Can Efendi, Sultan'ın vefatından son derece müteessir olmuş ve hayatında bundan sonra bir daha asla gülmemiş, neşelenmemiştir.

Suriye'nin, Nusayrî diktatörlüğünden kurtulduğu 8 Aralık'tan hemen sonra, MİT Başkanı İbrahim Kalın'ın, Şam Fatihi Ahmed Eş-Şara ile birlikte Emevî Camii'nde kıldığı namaz, bütün dünyanın dikkatini çekmişti.

Çünkü burası, herhangi bir cami değildir.