*İstanbul'dan Necmeddin Tunasoylu isimli edebiyatçı veya tarihçi olan öğretmen okuyucumuz, -özetleyerek verdiğimiz- uzuuun mesajında diyor ki:
'Ağabey, beni belki hatırlamazsanız... Yakın arkadaşlığımız yoktu, ama karşılaştıkça selâmlaşırdık... Yani, bir göz âşinalığımız vardı...
50 yıl öncelerde, İstanbul'un fetih yıldönümü olan 29 Mayıs günü yaklaşırken, biz, Anadolu'nun çeşitli yerlerden gelen ve ülkede o zamanlar esmekte olan ideolojik rüzgârlar arasında, kendi inanç köklerimize bağlı kalmaya çalışan gençler olarak, bizi kuşatmaya çalışan emperyalistlerin ve yerli kuklalarının, arkalarına resmî ideoloji de alarak daha bir azgınlaşan zorbalıklarına karşı; özlemlerimizi, hınçlarımızı, kendimize göre ve kanunî sınırlar içinde veya merhûm Necîb Fâzıl gibi büyüklerimizin tavsiyelerine uyarak, 'kanûnî zuhûr' sınırlarını aşmadan, bazı zuhûr günlerini ve yöntemlerini hesaplar, hazırlıklara girişirdik. 29 Mayıs günü de bunların en başta gelenlerindendi...
Biz anma törenlerinde 5-10 kişilik gruplar halinde halkın arasına katılır ve 'Ey şanlı ecdad!! Ey şanlı asker... Allah'u Ekber!' marşını okuyup, devamında da, feryad edercesine, 'Ayasofya açılsın!' derdik...
Üniformalı unsurlar bizim bu sözlerimizden tedirgin olurlar; halkın arasındaki, kadın - erkek özellikle, 50 yaşın üstündeki yaş gruplarından olanlar ise, kısık sesle de olsa, bize refakat ederler, 'Allah'u Ekber!' derler; bazıları kesimlerden bu 'tekbir' sadâlarının, camilerin dışında, böyle sosyal de söylenebilmesinin heyecanıyla gözyaşı dökerlerdi.
Hatırlıyorum; o 29 Mayıs günlerinden birinde, MTTB Başkanı İsmail Kahraman ağabeyimiz Ayasofya'nın önünde yaptığı konuşmada, 'Bir gün gelecek, Ayasofya'yı esir alan bu zincirler kırılacak!' derken, bizler de 'O günler bir gün gelir mi ve biz görür müyüz?' şeklindeki soruları kendi içimizde taşısak bile, yine de 'İnşallah, açılacak...' derdik.
Ve ağabey, siz de o zaman Hukuk'ta okuyan bir genç kardeşimiz olarak, bizim heyecanlarımızı günlük olarak yazmakta olduğunuz 'Bâb-ı Âli'de SABAH' isimli gazetede yazılarınızda bizimle birlikte yaşadığınız o heyecanlarımızı, hınçlarımızı, özlemlerimizi yansıtıyordunuz.
Ben de o zamanlar başka bir gazetenin tashih servisinde 'musahhih' olarak çalışıyor ve masraflarımı, aileme yük olmadan karşılıyordum.
Sizin hele de Kıbrıs Çıkarması'nın sonrasında, Başbakan Ecevit'in, etrafındaki mâlum sol-kemalist çevrelerin kendisini pohpohlayarak, 'Siz bir kahramansınız, şu anda Erbakan'la kurduğunuz Koalisyon Hükümeti'ni dağıtıp, seçime girerseniz, kesinlikle kazanırsınız...' şeklindeki propagandalarına kanıp, İstanbul Gazeteciler Cemiyeti'nde yaptığı basın toplantısında, bu yöndeki kararını açıkladığı günleri hatırlıyorum. Ecevit o günlerde sık sık, 'Biz Kıbrıs'a fetih niyetiyle gitmedik...' diyor ve Erbakan'ın fetihçi bir zihniyet taşıdığını bir suçlama mahiyetinde ifade ediyordu.
Siz o basın toplantısı sonunda Ecevit'e, sorduğunuz soruların birisinde, 'Sn. Başbakan, Kıbrıs Çıkarması'yla ilgili olarak yaptığınız açıklamalarda, sık sık ve ısrarla, 'Biz Kıbrıs'a fetih niyetiyle gitmedik.' demektesiniz... Sanki 'fetih' kötü bir hareket imiş gibi... Bu soruma cevabınızı, şu anda İstanbul'da da bir fethin neticesinde bulunduğunuzu göz önüne bulundurarak vermeniz temennisiyle...' dediğinizde, Ecevit, 'Bu soru çağdışı olduğu için cevap vermeyeceğim...' demiş ve onun taraftarı onlarca gazeteciler onu alkışlamışlar ve siz de orada, 'Eşit şartlarda tartışmıyoruz...' diyerek konuyu kapatmıştınız.
*
O gençlik yıllarımızda, bazı büyüklerimiz bize, 'Ayasofya açılsın...' diye boş yere nefes tüketmeyin, onu açacak babayiğit çıkmadı, çıkmaz da...' derlerdi... Ama o günlerde, toplantılarda, Necîb Fâzıl'ın şiirlerini okumasıyla tanıdığımız Tayyip isimli bir kardeşimiz eliyle, Elhamdülillah, Ayasoyfa açıldı... Ama daha kırılması gerekli nice zincirler var.
Bunları şimdi şunun için de yazıyorum:
Bu yıl, 29 Mayıs günü, İstanbul'un Fetih yıldönümünde o eski hatıralarım canlandı, ama öyle büyük çaplı anma törenleri yapılmadı. Niyedir bilmiyorum... Hani, İstanbul semâlarını titreterek alçaktan uçan jet savaş uçakları da olmasaydı, geniş halk kesimleri o kutlu fetih hadisesini ve ruhunu hatırlamayacaklardı bile...
Sizi, 50 yılı aşkın bir süredir sıkı okuyan bir kardeşiniz olarak bu gibi konulardaki hassasiyetlerinizi hatırlıyorum... Hatta '1953'te, İstanbul'un Fethi'nin 500. Yıl dönümü, 'NATO'ya yeni girdik... Aman, müttefiklerimizi rahatsız etmeyelim...' diye, sönük bir-iki törenle geçiştirildiğini de siz yazmıştınız 1974'lerde... Hatta, 'Aman İngilizler rahatsız olmasın diye, İngilizlere Çanakkale Zaferi'nden de çok daha büyük ve binlerce askerinin öldüğü darbeler indirilen, -Bağdat yakınlarındaki- Kut'ül-Amâre'de, 1915 sonu ve 1916 başında kazanılan, binlerce İngiliz askerinden ayrı olarak General Townshend'in de, Enver Paşa'nın amcası Halil Paşa tarafından esir alındığı büyük zaferin yıl dönümünün kutlanmasının da programlardan kaldırıldığını yine sizden okumuştum...'
Bu konuda bir tavsama söz konusu olabilir mi, gerekçesi ya da hikmet-i hükûmeti nedir?' Selamlarımla, kardeşim...'
--Evet, bu kardeşimiz bu konuyu gündeme getirmiş, uzun mesajında... Ben gerekli açıklamayı yapabilecek bilgiye sahip değilim. Umarım, gerekli açıklamayı yapacak makamlar bulunur...
Sadece şu kadarını belirteyim ki, İstanbul'un fethi, yıldönümlerinde, ilk asırlarda büyük merasimlerle anılmadı. Çünkü fetihlerin kendisi yapılıyordu, merasimleri değil... Ancak, geçmiş zaferleri hatırlamanın da bir ihtiyaç olarak hissedildiği 1853'te, fethin 400. yıl dönümünde kutlandığı biliniyor.
Elbette, bu vesileyle tekrar hatırlayalım ki, İslam'da fetihten hedef, şehirleri kaleleri, memleketleri ele geçirmek değildir, bunlar cihadın maddî sonuçlarıdır. Asıl olan ise, 'İlâ-y'ı Kelimetullah'dır; yani, 'Allah'ın dininin hâkim kılınması ve Allah'ın bütün kulları üzerinde zulüm sistemlerini, şeytanî güçleri bertaraf etmek ruhudur... Allah'u Teâlâ, dinini, hükmünü, her tarafa elbette hâkim kılabilir; ama bunu bir vazife olarak mümin insanlara vermiştir.
*
Evet, sözün bu noktasına gelmişken hatırlayalım ki, bizdeki bazı laik çevrelerde bile, İstanbul'un Fethi'nden sonra İslam askerlerinin, Bizans'ın halkına zulmettiği, yağmalar yapıldığı gibi iddialar yazılabilmektedir. Bu gibi iddialar Haçlı ruhunu canlı tutmak isteyenlerin ve gönüllerini onlara kaptırmış olan yerli ve laik uşak ruhluların iddiası olmaktan ileri gidemez.
Hz. Ömer Kudüs'ü fethettiği zaman, namazının geçmemesi için münasip bir yer ararken, Hristiyan rahiplerin, Kiliselerini münasip yer olarak göstermesine, Hz. Ömer'in, 'Orada namaz kılabilirim, ama, sonra benim orada namaz kıldığımı söyleyerek, birileri sizin mabedinizi elinizden almak isteyebilir...' diyerek cevap vermesindeki derin tefekkür bu konuda, İslam'ın fetih anlayışına yeteri kadar açıklık getirir halde...
Kezâ, Salâhaddin Eyyubî'nin, Kudüs'ü milâdî-1187'de Haçlı Ordularına hükmeden en büyük Kumandanlarını ve hükümdarlarını yenilgiye uğrattığı zaman, fethettiği Kudüs'te başka dinlerin mabedlerine de, ruhbanlarına, halklarına da, nasıl bir dokunulmazlık tanıdığını bizzat ünlü Hristiyan kaynakları bile itiraf etmektedirler.
Karşılıklı savaşan askerleri durumu elbette ayrıdır.
Keza, 1453'te Sultan Fatih tarafından Ayasofya'nın, ve diğer bir çok kiliselerin de, sonra camiye çevrilmesi, Hristiyan halkın İstanbul'u büyük çapta terk etmesinden dolayı, bu mabedlerin terk edilip çürümemesi ve ilk yapılış gayelerine uygun olarak, Allah'a ibadet için Mescid'lere dönüştürülmüş olması, bir gasb değil, bir saygının ifadesidir. Yoksa, Müslümanların başkalarının mabedlerini ellerinden alması söz konusu değildir. Kaldı ki, Müslümanlar kendi mabedlerini en güzel ve muhteşem şekilde yapagelmişlerdir, asırlardır...
*
(Bu haftaki 'Okuyucu Hasbihali', konunun önemine binaen tek bir konu çerçevesinde olduğundan, yalnızca bir okuyucuya verilmiş bir cevap gibi sanılmaması ricasıyla...)
*