Ahlâkın isyanı ve isyanın ahlâkı: Nurettin Topçu'yu yeniden düşünmek

Musa Kazım Arıcan / TYB Genel Başkanı
7/9/2025

Onu anlamanın yolu, sadece “İsyan Ahlâkı”nı ya da “Maarif Davası”nı okumaktan geçmiyor. Orhan Okay'la yaptığı mektuplaşmalarda, asıl Topçu ortaya çıkar. Orada ne akademik poz verir, ne kürsü diliyle konuşur. Orada bir fikir adamının yalnızlığı, sancısı, ruh çırpınışı vardır.



Bir isyan adamıydı Nurettin Topçu. Ama öyle bağırıp çağıran, kendini vitrinde sergileyen türden değil. Onun isyanı sessizdi, ama derin. Kaleminde saklıydı, satır aralarında büyüyordu. Ne sisteme yaranmaya çalıştı, ne toplumun hamasi alkışına talip oldu. Fikre, hakikate ve en çok da ahlâka yaslandı. Kimi zaman yalnız kaldı, kimi zaman dışlandı. Ama hiç eğilmedi. Emrolunduğu gibi dosdoğru oldu. Çok sevdiği Peygamberi ve fikri takipçisi olduğu Akif gibi.

Topçu, Felsefe Doçenti olmasına rağmen kendini "felsefe muallimi" olarak tanımlıyordu. Bugünün bile muteber görülen akademik titrlerinden uzak, sade ama derin bir tanım. Çünkü onun derdi akademik unvanlar değil; irfanı, düşünceyi, sorumluluğu genç nesillere taşımaktı. Eğitimin öznesi olan "insan"a odaklandı. Kitaplarını da, sınıfını da, dergilerini de bu sorumlulukla şekillendirdi. Onun "maarif davası"nı hâlâ ciddiye almadığımız için bugün eğitim sistemimiz, bir türlü, arzu edilen ideal insanı inşa edemiyor.

Düşüncede, vicdanda, ahlakta bir diriliş

Bir filozof olarak Topçu'nun en büyük farkı şuydu: Batı'yı bildi ama ona teslim olmadı. Fransa'da, Sorbonne'da Blondel'in "hareket felsefesi" ile tanıştı. Ama öğrendiğini ithal etmedi. Hareketi, Türk düşünce hayatına kendi kelimeleriyle yerleştirdi. Onu entelektüel bir gösteri aracı değil, bir ahlaki uyanış biçimi olarak kullandı. "Hareket" dediği şey, sadece fiziki eylem değil; düşüncede, vicdanda, ahlakta bir dirilişti. Descartes'ın "Düşünüyorum, öyleyse varım"ına karşılık onun dünyasında "Hareket ediyorum, o hâlde yaşıyorum" vardı.

Ama bu hareketin önündeki en büyük engel, kendi içimizdi. Topçu'nun isyanı da buradan doğdu. Ahlâksızlık, cehalet, tembellik, iki yüzlülük, sahtekârlık... Bunlara tahammülü yoktu. En sert yazılarını dindarlık kisvesi altındaki ikiyüzlülüğe karşı yazdı. Mektuplarında kullandığı ifadeler, onun iç dünyasındaki çatışmayı ve çaresizliği gösteriyor. "Ahlâksızlığın ummanı olan bu Şark'ı yaşadıkça tanıyorum," derken içinde büyüyen hayal kırıklığını açıkça gösteriyordu. Ama bu karamsarlığın altında gizli bir umut da vardı. Çünkü gerçek isyan, umut içindir. Umudu olmayan isyan etmez.

Yaşayan bir örnek

Topçu, sadece fikir adamı değildi. Yaşayan bir örnekti. Derslerine abdestsiz girmediği anlatılır. Hiçbir zaman ayak ayak üstüne atmadığı, öğrencisine yüksek sesle hitap etmediği söylenir. Bugün "ahlak" üzerine en çok konuşulan ama en az yaşanan bir zamanda, onun bu inceliği bile başlı başına bir ders niteliğinde.

Onu anlamanın yolu, sadece "İsyan Ahlâkı"nı ya da "Maarif Davası"nı okumaktan geçmiyor. Orhan Okay'la yaptığı mektuplaşmalarda, asıl Topçu ortaya çıkar. Orada ne akademik poz verir, ne kürsü diliyle konuşur. Orada bir fikir adamının yalnızlığı, sancısı, ruh çırpınışı vardır. "Ruh sefaletinin bu kadar karanlığını görmemiştim," dediği yerde durup düşünmeli insan: Bugün ne kadar karanlıktayız?

Yarınki Türkiye

Ama Topçu sadece şikâyet eden bir adam değildi. Hayali vardı. "Yarınki Türkiye" dediği bir ülke tasavvuru vardı. Bu ülke, sadece teknolojik değil, ahlaki olarak da ileri olacaktı. Bilgiyle donanmış ama aynı zamanda merhametli, adil, özverili insanların ülkesi... Bu hayal için "ruh cephesinin maden işçileri"ni çağırıyordu. Gösterişsiz ama dirayetli bir kuşak istiyordu. Fedakârlık yapacak, karşılık beklemeyecek, alkış aramayacaktı bu insanlar. Bugünün Türkiye'sinde böyle bir çağrıya kulak veren kaç kişi kaldı?

Topçu'yu sadece bireysel bir ahlak savunucusu olarak görmek de eksik olur. O, toplumun temel taşlarının yeniden inşası için mücadele etti. "Devrim eğitimle olur," derken salt bir reformdan söz etmiyordu. Kökten bir zihniyet değişimi, bir karakter devrimi öneriyordu. Çünkü o iyi biliyordu: Yıkılan yapılar değil, yıkılan insanlardır.

Onun ahlak anlayışı kuru bir vaaz değil, yaşanmış bir gerçekti. Kendini vitrine çıkarmadı, reklam yapmadı. Bir Pir'e intisap etti, ama bunu bile kimseye duyurmadı. Çünkü mesele aidiyet değil, adam olmaktı. "Bize her şeyi getir, ama kibirlileri getirme" diyen bir hocanın kapısında buldu cevabını. Aziz Efendi'yle kurduğu o sessiz, derin ilişki, onun düşünce dünyasının arka planını oluşturdu. Ama hiçbir zaman bunu kimlik meselesi yapmadı. Bugün "tasavvuf" adı altında piyasaya çıkan bazı sathiliklerin ve sahteliklerin çok uzağında ve karşısındaydı.

Topçu'nun sözleri bugün de güncel. Hatta daha da güncel. Çünkü bugün gösteri çağında yaşıyoruz. Ahlak bile bir PR malzemesine dönüşmüş durumda. Dindarlık ekranlarda, sosyal medyada parlatılıyor. Herkesin bir duruşu var, ama bu duruşların çoğu vitrinlik. İşte Topçu'nun eleştirdiği tam da bu. Sahicilikten uzak, ruhsuz bir gösteri.

Peki çözüm ne? Belki de tekrar insan olmakta. Hani diyor ya, "Her şeyi bırakıp insanlık devrine girmeleri lazım." Siyasetten sanata, dinden ekonomiye kadar bütün alanlarda kaybettiğimiz şey bu: insanlık ve ahlak. İnsan gibi insan olmak. Emek vermek, çok çalışmak, karşılık beklememek, dürüst olmak, vefalı olmak, sadık olmak. Topçu'nun çağrısı hâlâ bu.

Topçu'nun felsefesinde, insani olmak ahlaki olmakla, ahlaki olmak İslami olmakla içi içe. Hatta birbirinden ayrılmaz bir biçimde zorunlu bir ilişki içinde. Biri diğerini gerekli kılmakta.

Topçu'nun ardından bir sürü dergi çıktı, bir sürü konferans düzenlendi, hakkında yüksek lisanslar, doktoralar yazıldı. Ama esas soru şu: Biz onun gibi düşünebiliyor muyuz? Daha önemlisi: Onun gibi yaşayabiliyor muyuz?

Bugün Nurettin Topçu'yu anmak, bir nostalji meselesi değil. Aksine, kendi içimize tutulmuş bir aynadır. Ne kadar yol aldık, ne kadar savrulduk, ne kadar kirlettik, ne kadar unuttuk? Bu soruların cevabı, onun yazılarında değil; bizim hayatlarımızda gizli.

Son söz olarak Nurettin Topçu, bu toprakların hem vicdanıydı hem de hafızası. O sustuğumuz yerde konuştu, korktuğumuz yerde yürüdü, susturduğumuz vicdanları ayağa kaldırmaya çalıştı. Onu anlamak, sadece geçmişi anlamak değildir. Onu anlamak, bugünü onarmaya başlamak demektir.