Ortadoğu söz konusu olunca coğrafya kederdir

Burhanettin Kapusuzoğlu/ Yazar
7/3/2025

Türkiye'nin sunduğu medeniyet diplomasisi, bütün bölge ülkeleri için yeni bir başlangıçtır. Çünkü bu modelde sadece ortak akıl, müşterek tarih ve insanca bir gelecek vardır. Tâlihin önünü açan tarihî sorumluluk herkesin omuzlarındadır. Ortadoğu'un geleceğinde, savaşları çıkaran ve haritaları çizen güçler değil, barış ve adaleti merkeze alan ve insanlığın vicdanını temsil eden yeni esaslı aktörler belirleyicidir.



Eski dünya Ortadoğu, yeraltı kaynakları, derin tarihi ve semavî inanç mensuplarının tamamını ilgilendiren zengin kültürel mirasıyla dünya siyasetinin merkezindedir her daim. Ancak bu zenginlik, XX. yüzyılın başından beri bölgeyi istikrarın değil istikrarsızlığın yatağı hâline getirmiştir. Geçen yüzyılın başlarından itibaren özellikle petrol ve doğalgaz üzerinden şekillenen güç mücadelesi, zamanla zaten zemini hazır olan etnik ve mezhebî ayrışmalarla derinleştirilmiş; inanç tabanlı çatışmalar, dış müdahaleler, vekâlet savaşları, demografik dalgalanmalar ve sosyal alandaki ağır çöküntüler bölgeyi bir "kriz coğrafyası"na çevirmiştir. Öyle ki; "Düşman kavi tâli' zebun!" dense sezadır!

Dinler ve mezhepler arası mücadelenin teopolitik katmanı olan Ortadoğu'da siyasal kimlikler, mezhebî ve etnik aidiyetler etrafında şekillenir. Bu durum, "teopolitik" bir kavram üzerinde ilerlemeyi gerekli kılmaktadır. Teopolitik, dinî inançlarla siyasal ve jeopolitik çıkarların kesişme noktasıdır. Yahudiler, Hıristiyan mezhepler, Müslümanlar, Şîi-Sünnî ayrışması, Şîi unsurların kendi aralarındaki ayrım, Selefî çizgi, İran'ın Şîilik merkezli inanç umdeleri çerçevesinde takip ettiği yol, bölgedeki çatışmaları sarsıcı bir ideolojik çerçeveye oturtmaktadır. Bu dinî ayrışmalar dış güçler tarafından kullanılıp yönetilince, bölge ülkeleri bu ayrışmalar üzerinden vekâlet savaşlarının bataklığına saplanmaktadır. Böylelikle mezhebî farklılıklar birer dış politika argümanına, küresel hegemonyanın kullanımına dönüşmektedir.

Enerji ve ekonomi politiğin kavşak noktası Ortadoğu, dünya enerji rezervlerinin önemli bir kısmına sahip olmasından dolayı, enerji güvenliği bağlamında küresel bir rekabet alanıdır. Basra Körfezi ve Hazar Havzası'nın petrol ve doğalgaz rezervleri, ABD, Avrupa, Çin ve Rusya'nın dikkatine ve şiddetli taarruzuna muhataptır. Ekonomi politik perspektifinden bakıldığında enerji, ekonomik ve jeostratejik bir kaynaktır. Bu durum, bölgenin üretim-tüketim ilişkisi ile beraber askerî üslerin, rejim değişikliklerinin ve dış destekli ayaklanmaların, ilk fırsatta saldırıların da kaynağıdır.

Kaos sarmalı

Ortadoğu'daki çatışmalar, büyük güçlerin gözetimi altında, bölge devletlerinin güç dengeleri ve güvenlik çıkarlarıyla beraberdir. ABD'nin Irak müdahalesi, Rusya'nın Suriye'ye yerleşmesi, çığlığı duyulmayan Gazze(li)nin yok edilmesi, yeryüzünün lânetlisi bir haydutun yönetimini ele geçirdiği İsrail'in İran karşıtı tehlikeli stratejik hamleleri hep bu çerçevededir.

Mevcut kaos sarmalının tam kalbindeki Ortadoğu'da istikrar ancak şu an için sadece lügatlarda kayıtlı bir kelimeden öte anlam taşımamaktadır. Bölgedeki dengeleri gözeterek derinleştirilmiş krizlerin çözümünü uluslararası iş birliği, bölgesel entegrasyon ve demokratikleşme süreçlerinde aramak şimdilik hayal bile değildir. Esasen Ortadoğu'nun enerji kaynakları, siyaset kültürü ve tarihî kodları, çözüm amaçlı idealist ve ütopik tezleri çoğu zaman geçersiz kılmaktadır. Özellikle, şeytan taşlamaktan salavata fırsat bulamayan toplumların sancılı yapıları, bu günleri gözeterek haritaları çizenlerin postkolonyal ve oryantalist düşüncelerinin yansıması ile Batı merkezli müdahalelere açık bir kapı bırakmaktadır. Hal böyle olunca türlü maskelerle gizlenmiş hegemonik operasyonların laboratuvarı olmaktan kurtulamaya bir türlü takat bulanamamaktadır.

Sahip olduğu imkânlar ve taşıdığı ağırlıklar yüzünden coğrafya çoğu zaman kederdir. Bu bakımdan sorunların, bölgesel savaş tehlikesinin ve tehdidinin kapısında daimî nöbette bekletildiği Ortadoğu, bir coğrafyadan fazlasıdır. Ortadoğu'daki mevcut kaotik tabloya en ciddi tehdidi oluşturan bir dizi gelişmeler bu günler için dikkatle hazırlanmış ciddi bir küresel prodüksiyondur. Olup biten hiçbir şey rastlantı değildir. Enerji yataklarını ve enerji koridorlarını güvenceye alma amacı ile lâzım olanı yapmaktan geri durulmamaktadır. Bununla birlikte bölge unsurlarının toparlanıp iddia sahibi olamaması dahi temin edilmektedir.

52'de Mısır'da bir Amerikan darbesi ile Kraliyetin devrilerek yeni kurulan yapının ardından taze! bir sayfa açıldı. Mısır, İsrail'in karşısına dikildi. Mısır ve İsrail Savaşı sırasında Mısır uçakları daha havalanmadan yerde vuruldu. Halbuki bunun İsrail'in değil Amerika'nın işi olduğu bilinen bir konudur. Öncesi tam bir puslu ve ürpertici seyir takip eden Irak'ın yaşadıkları ortadadır. Arap Baharı adı altında sahneye konan tiyatro sonucunda Sudan'ın bölünüp Güney Sudan adı ile Hristiyan bir devlet kurulmasına başta Mısır olmak üzere kimse ses çıkaramamıştır. Libya'nın sürüklendiği bataklık tüm birikiminin üzerini örtmüştür. Suriye'nin boğulup vekâlet savaşları ile tüketilmesi, bunun için İran'ın geçici olarak işe alınması, göç, kan, gözyaşı ve tüm olup bitenler cümleye malum. Hakeza bugünün değil yıllar öncesinin konusudur Gazze'nin boşaltılması. Yaşananlar/yaşatılanlar karşısında söz sükût etmektedir. Şu anda ise İsrail ve İran çatışması bölgeyi derin uçurumlara sürüklemektedir.

Egemenlerin diplomasisi Ortadoğu'da işletilmemektedir. Çünkü sömürünün sürmesi için kaos teorisinin olanca karanlığı ile uygulamasının sürmesi gerekmektedir. Bölge barışı için medeniyet diplomasisi ile kültürel varlık tezahürlerinin yumuşak güç enstrümanları ile iyi kullanıldığı takdirde insanî sonuçlar alınabilecekken iyiliklerin önü küresel kötülük tarafından kesilmektedir. Öyle bir yol ki geçsen beş akçe, geçmesen on akçe; ne oluyor dersen de varlığın sehpaya çekiliyor. Din, dil, sanat, tarih ve ortak kültür/medeniyet değerleri üzerinden geliştirilecek yapıcı ilişkiler, çatışmaların çözümünde rol oynayamıyor; çünkü senaryoyu yeryüzünün lanetlisi kendine göre sürekli değiştiriyor.

Ortadoğu'da enerji çatışmaları, mezhep ayrışmaları ve dış müdahalelerin sarmalı içinde sistem çökmüştür. Ne Arap Ligi ne İslam İşbirliği Teşkilatı henüz bölgeyi sahil-i selâmete götürememiştir. Dış müdahaleler bölgeyi paramparça etmiştir.Bu bağlamda Türkiye'nin oluşturulacak ortak mekanizmanın kaptan köşkünde yer alacağı medeniyet temelli seyrin güvenli bir limana ulaşması uğruna yeni bir model için hem tarihî meşruiyet hem de jeopolitik kapasitesi vardır. Türkiye, köklü geçmişi ile bölgesinde düzen kurucu tecrübesi, çok-kültürlü toplumsal mirası ve yükselen jeoekonomik varlığı ile bu modele liderlik edebilecek yegâne aktördür.

Medeniyetin/uygarlığın temel dinamiği, maddî refah olduğu kadar manevî istikrar, hukukun üstünlüğü ve sosyal adalet ilkeleridir. Bölgede ortak tarihe sahip aynı kültür ve medeniyet coğrafyasının mensubu ülkeler geliştirilecek bu modelle küresel vesayet odaklarının baskıları karşısında sorunlarını en aza indirmenin kapısını pekâlâ aralayabilirler.

Geleceğe yön veren bir siyasal ahlâk ve iş birliği zemini esasen vardır. Diplomatik karar süreçlerinde yalnız güç değil adalet ilkesi gözetilir. Kültürel ve mezhebî çoğulculukla farklılıklar tehdit değil zenginlik kabul edilir. Yükselen tansiyon düşürülünce enerji, su ve ticaret ortaklıkları güçlü ve görkemli bir barış binası inşa edebilir.

Bu noktada Ortadoğu Medeniyet Forumu düzenlenebilir. Konuşarak irade beyan etmek sorunun çözümünün yarısıdır. Suudi Arabistan, Mısır, Türkiye, İran, Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün, Filistin, İsrail, Katar, KKTC, Umman, Kuveyt, BAE, Bahreyn, Kuveyt, Azerbaycan, Tunus ve Cezayir'in katılımı ile meseleler teşrih masasına yatırılmalıdır. BM, AB, Çin, Afrika Birliği, İslâm İşbirliği Teşkilatı, Arap Ligi, Rusya ve ABD, gözlemci olarak katılmalıdır. Enerji, su, ortak havzalar, boru hatları, hidroelektrik paylaşımı; ortak tarih, dil, sanat, gençlik değişim programlarının başlatılması; din ve mezhep mensupları arasında barış müzakerelerinin yapılması ve uzlaşma için birlik adına irade beyanının ortaya konması için komisyonların çalışması ile farklı kesimlerin uzlaşacağı bir sonucun herkes için gerekli olduğu bir sefer daha ilân edilmelidir. Gene bu çerçevede İslam İşbirliği Teşkilâtı Savunma Paktı'nın kurulmasının da zemini oluşturulup fiiliyata dönüştürülmesi sayesinde gönüllü barış gücünün hayata geçirilmesi temin edilmek durumundadır.

Bölge ülkeleri arasındaki gerilim hatlarında aktif tarafsızlıkla etkili arabuluculuk yürütmelidir. Enerji hatlarının bölgesel refah için ortak kalkınma havzasına dönüştürülerek yumuşak güç unsurlarının artırılması, havadaki kasveti kötülere rağmen dağıtmaya başlayacaktır. Sınırların değişmezliğini emperyal harita projelerine karşı ortak tavır ve hassasiyetle vurgulamakta fayda büyüktür şüphesiz. Kültürel etki ağının genişletilerek bölgesel hassasiyetlere ve hassas dengelere riayet ederek ilimler akademilerinin iyi planladığı yüksek öğrenim kurumları kurulmalıdır.

Teopolitik gerginliklerin dindirilmesi amacıyla mezhep rekabetinin birlik zemininde yumuşatılması için hem dinî hem entelektüel müzakere teşvik edilmelidir. Kültürel diplomasi,uluslararası baskı guruplarının şedit gücüne karşı bölgesel yumuşak güç mekanizmalarının geliştirilmesine imkân verir. Dengeleyici bir rolle barış inşacısı olmak tabii ki mümkündür. Çatışmalardan çıkış yolu çözüme inanarak müzakereden ve karşılıklı fayda prensibi ile ortak bir noktada buluşmaktan geçer. Sun'i gerilimler hakikatin diliyle ve adalet perspektifiyle çözüme kavuşturulabilir. Bu coğrafyanın halkları ve devletleri sadece birbirinin kimsesidir. Sürekli bir teyakkuz ve temkin haline mecburdur. Çünkü tarlasını sürdürenin kapısı kilit tutmaz.

İran ve İsrail çıkmazında akl-ı selîm arayışı

Ortadoğu artık sadece yoğunluklu çatışmaların yaşandığı bir coğrafya değil; sarsıcı medeniyet bunalımının canlı bir sahnesidir. Vakıa, mezhepçi kamplaşmalar, terör, vekâlet savaşları, soykırımdan farksız toplu katliamlar, yerinden edilen milyonlar ve tüketilmiş güvenlik umutları arasında hırpalanan bir alandır. Kaosun mimarlarının ön açıp yol verdiği bir haydudun aslında felâkete götürdüğü İsrail'in tedhişi ile uçsuz bucaksız çöller su yerine kanla sulanmakta, Musa'nın ahdine ihanet edilmektedir.

Böylesi bir toz bulutunun bastığı zemin üzerinde İran, daha düne kadar Sünnî dünyaya karşı kendince Şîi Hilâl tesis ederek Pers siyasetini ters çevirerek Suriye'de yaşanan acılara yeni acılar ekliyordu. Fars aklı ve türlü Acem oyunları ile bölgenin aydınlık umutlarına katran döküyordu. Ne oldu ise oldu ve gün döndü. Tepe yöneticileri bir helikopter kazasında ortadan kalktı. Misafirleri İsmail Heniye göz göre göre suikaste kurban gitti. Lübnanlı Nasrallah da aynı akıbetten nasiplendi. Ve Suriye'de fesat rejimi sonlandı. Esat kenara çekildi. Hizmetleri karşılığında korunuyor şimdi. Amerikan seçimlerinin ardından yeni yönetimin dikkatleri İran'ın üzerine yoğunlaştı. Yalnızlaşan İran tedirgin edici bir kuşatmaya maruz kaldı. Küresel sarsıntıların ve karşılıklı salvoların arasında Çin'e yapılan büyük petrol tedariki de eklenince olan oldu. İsrail'le aralarında pek şiddetli bir çarpan etkisine sahip çatışmalar başladı sonunda.

Diplomatik aklın ve küresel vicdanın çağrısı ise İsrail ve İran arasındaki çatışmanın büyük bir felâkete dönüşmemesidir.

Tarihî düşmanlığın kıskacında akıl ve vicdan can çekişiyor maalesef. Ancak bu tarihî düşmanlık, artık diplomasiyle değil; askerî müdahale, istihbarat operasyonları, sabotajlar ve karşılıklı misillemelerle sürmektedir. İsrail'in, İran'ın nükleer kapasitesine dair kaygı söylemine karşılık, İran'ın da İsrail'i bölgedeki meşruiyeti olmayan bir güç olarak görmesi, çatışmanın zeminini her geçen gün daha da derinleştirmektedir. Fakat unutulmamalıdır ki tarih, haklıların değil, akıllıların zaferini yazar. Ne ideolojik öfkeler ne askerî hamleler, asla güvenliği temin edemez. İsrail de İran da, çatışmayı değil, ortak varoluşu mümkün kılacak bir dili inşa etmek zorundadır.

İran'ın bu vakte kadar yapıp ettiklerine olan şiddetli tepkilerine rağmen bölge ülkelerinin hiçbiri savaşı istememektedir. Bilhassa Türkiye, Mısır ve Suudi Arabistan yoğun mesai sarfetmektedirler.

İki ülke arasındaki çatışmalar bölgesel yangının küresel krize dönüşmesini temin edecek büyüklüktedir. İleride çıkabilicek İsrail-İran savaşı, birçok alanda zincirleme felaketler üretir: Bölgede yeni vekâlet savaşlarının başlaması, Basra Körfezi'nin Hürmüz Boğazı üzerinden enerji akışının kesilmesi, petrol ve doğal gaz fiyatlarının fırlamasıyla küresel ekonomik kriz, Gazze'nin tamamen gözden düşmesi veya daha da dayanılamaz bir noktaya evrilmesi, NATO, ABD, Rusya ve Çin'in dolaylı müdahaleleriyle dünyanın yeni bir Soğuk Savaş ortamına sürüklenmesi herkesi tedirgin etmektedir. İstikrarı tehdit eden bu meseleler karşısında savaş değil, çözüm dili konuşulsun diye Türkiye uğraşıyor.

Diğer taraftan zaten var olan mezhep ayrışması derinleşir ve Şîi-Sünnî kutuplaşması yeniden sertleşir. Bu istenmeyen durum da Türkiye dahil birçok ülkenin iç istikrarını tehdit eder. Bununla birlikte göç dalgası ve güvenlik krizi yaşanır ki hiçbir ülke kaldıramaz bunu. İran bölünür ya da rejim değişirse ki bu da ciddi krizlere sebep olur. İran nüfusunun yüzde 45'den fazlasının Türk olduğu unutulmamalıdır.

Böyle ağır bir ortamda Türkiye'nin sorumluluğu, stratejik olduğu kadar ahlakî ve tarihî bir ağırlık taşımaktadır. İran, tarihî hafızası güçlü ama diplomatik esnekliği zayıf bir aktördür. Stratejisi, onu etrafındaki dünyadan izole etmiştir. Türkiye ise Batı'yı ve Doğu'yu iyi anlayan ve anlık stratejiler geliştiren bir denge aktörü olarak öne çıkmaktadır. Türkiye hem jeopolitik ve teopolitik konumu hem de tarihî ve medenî misyonu gereği bu çözümün asli aktörü olma potansiyelini haizdir. Kalıcı çözüm için yoğun diplomasi yürütmektedir. Çünkü geleceğin Ortadoğu'su, insana yaraşan merhamet, akıl ve iş birliği ekseninde inşa edilebilir.

İsrail ile İran arasındaki gerilim, bir insanlık sınavıdır. Bu sınavda kazanacak olan, barışı tesis yönünde sözü olan, sükûneti koruyan ve geleceği inşa edendir. Ne çatışma kaderdir ne de felâket kaçınılmazdır. Ortadoğu, geçmişin acılarından beslenen bir savaş coğrafyası olmaktan çıkıp, geleceğin barış ve insanîlik adasına dönüşebilir. Bunun için de akl-ı selime, ahlâka ve yoğun diplomasiye ihtiyaç var ve en çok da: Her gün insan kalabilmeye!..

Medeniyet merkezli diplomatik yaklaşım yahut Türkiye'nin misyonu

Türkiye'nin fikri temeli, hikmet medeniyetidir. Türkiye'nin gelenekli aklı; bilgiyle hikmeti, güçle merhameti, gelenekle yeniliği birleştiren medenî insanı inşa etmeyi hedefler. Türkiye, coğrafyaya sığmayan ve zamanı kuşatan köklü ve görklü bir Devlet-i Aliyye'dir. Büsbütün çözülen uluslararası kurumlar güven kaybetmekte ve kimlikler bulanıklaşmaktadır. Her şeyin hızla silikleştiği bu çağda; sahih bir söz, sabit bir istikamet, hakikate yaslanan bir duruşa ihtiyaç vardır. Türkiye, bu istikametin adayıdır. Fakat sadece jeopolitik ve jeostratejik bir aktör değil; mânâ taşıyıcısı bir medeniyetin dilidir. Bundandır ki Türkiye, adaletini arayan insanlığın anlam arayışı ve diriliş umududur.

Türkiye susarsa, insanlık dilsiz kalır. Türkiye bir anlam örgüsüdür. Hakikatin yeryüzündeki gölgesidir, halkın duasıdır.Türkiye, çatışmaların içinde taraf olmak yerine, sükûnetin ve aklın temsilcisi olarak; diplomasi, kültürel arabuluculuk ve bölgesel diyalog süreçlerinde vicdanî ve hikmetli bir öncülük sergilemektedir. Ancak bu şekilde hem kendi güvenliğini sağlamakta ve hem de bölgesel barışa gerçek katkı sunmaktadır. Artık yaşatmak ve uzlaştırmak zamanıdır. Türkiye'nin sunduğu medeniyet diplomasisi, bütün bölge ülkeleri için yeni bir başlangıçtır. Çünkü bu modelde sadece ortak akıl, müşterek tarih ve insanca bir gelecek vardır. Tâlihin önünü açan tarihî sorumluluk herkesin omuzlarındadır. Ortadoğu'un geleceğinde, savaşları çıkaran ve haritaları çizen güçler değil,barış ve adaleti merkeze alan ve insanlığın vicdanını temsil eden yeni esaslı aktörler belirleyicidir.