Savaş, âidiyet ve beka: Toplumların vâroluş imtihânı

Salih Şimşek/ Yazar
7/9/2025

Savaş ve âidiyet artık ne devlet buyruklarıyla ne de eski büyük anlatılarla izah edilebilir. ''Yekpâre'' toplum yerini katmanlı, çoğu zaman çelişkili ve sorgulayıcı bir yapıya terk etmiş; müşterek hikâyenin ve dayanışmanın yeniden inşâsı, günümüz toplumunun başat mes'elesi hâline gelmiştir.



Savaş, insan topluluklarının karşılaştığı en büyük imtihâlardan biri olagelmiştir. Lâkin bu imtihân, günümüzde artık yalnızca orduların değil, toplumun bütün kesimlerinin iştirâk ettiği bir hâdise mâhiyetine bürünmüştür. Roma'dan Çin'e, Osmanlı Türkiye'sinden İngiltere'ye kadar muhtelif coğrafyalarda, savaşın sebebi, toplumsal anlamı ve toplumda bulduğu mâkes her devirde farklılık göstermiştir. Evvel zamanda savaşlar ekserîyetle hânedanlar yâhut belirli zümreler arasında cereyân eder, sıradan insanlar için daha uzak bir tecrübe teşkîl ederdi. Zamanla, siyasî ve iktisadî yapıların değişimiyle beraber, savaş doğrudan halkın kaderini tayin eden bir mevki kazandı. Fransız Devrimi sırasında 1793 yılında tatbik edilen levée en masse, yani zorunlu askerlik, bu dönüşümün somut bir misâlidir.

Bu değişimin arka planında, savaşın toplumsal dinamiklerinin - yani dayanışma, teşkilât ve ideoloji gibi - nasıl evrildiği mes'elesi yatar. Modern savaş sosyolojisinin mühim simâsı Sinisa Malesevic'e göre, bir toplumun savaşma irâdesi üç ana sütûna yaslanır: 1. insanlar arasındaki dayanışma ilişkileri 2. devletin yâhut topluluğun örgütlenme kabiliyeti 3. ve nihâyet, savaşın haklı gösterilmesini sağlayan ideolojik çerçeve. Tarih boyunca bu üç unsur bir araya geldiğinde, toplumlar savaş durumunda etkili şekilde mobilize olabilmiştir.

Fransız İhtilâli'nden sonra ortaya çıkan "vatandaş ordusu" fikri, savaşın bir hânedan yâhut sınırlı zümre mes'elesi olmaktan çıkıp, doğrudan halkın ortak sorumluluğu hâline gelmesinin yolunu açmıştır. Napolyon'un orduları, Alman ve Rus seferberliği, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları'ndaki kitlesel mobilizasyon, modern toplumlarda vatan için savaşmak düşüncesinin hem pratikte hem de zihnîyette derinleştiği tarihî dönüm noktalarıdır. Savaşın salt askerî zarûret değil, toplumsal bir görev olarak deruhte edilmesinde propaganda, marşlar, eğitim ve edebiyat mühim bir rol oynamıştır.

Savaşma iradesi

Türkiye'nin yakın tarihinde de Birinci Cihan Harbi ve Millî Mücadele dönemi, toplumun neredeyse bütün katmanlarının "vatan müdafaası" etrafında kenetlendiği, dayanışmanın ve müşterek inancın berraklaştığı devirlerdir. Sovyetler Birliği'nde ideoloji, milyonları cepheye sevk eden başat bir kuvvet olmuştur. Almanya'da ve İngiltere'de ulusal kimlik ve müşterek kader duygusu, toplumun savaş irâdesini pekiştirmiştir.

Ne var ki, 21. asra gelindiğinde bu manzara değişmeye başlamıştır. Soğuk Savaş'ın bitişiyle birlikte, toplumu fikirde bir arada tutan büyük ideolojik anlatıların te'siri belirgin şekilde zayıflamıştır. Refâhın artması, şehirleşme, küresel etkileşimin hızlanması ve teknolojik gelişmeler, bireylerin kendi hayatlarını öncelediği, "savaşmak zarûrî midir, yoksa şahsî bir tercih mi?" sorusunu daha çok sordukları yeni bir dönemi başlatmıştır. Zorunlu askerlik birçok ülkede tedricen terk edilmiş, kitlesel fedakârlık çağrıları yerini ferdî sorgulamalara bırakmıştır.

Günümüzde savaş ve âidiyet gibi kavramlar, artık yekpâre bir cevaba sâhip değildir. Genç kuşaklar, "uğruna ölünecek" değerler hususunda daha sorgulayıcı, hattâ çoğu zaman mütereddit davranmaktadır. Sinisa Malesevic'in de vurguladığı gibi, savaşın toplumsal meşruiyeti ancak dayanışmanın, örgütlü gücün ve müşterek inançların yeniden üretilebildiği ölçüde sürdürülebilir. Lâkin bugünün dünyasında bu üç unsurun en az ikisi, geçmişe kıyasla çok daha kırılgan, çok daha tartışmalı ve çoğu zaman dağınık bir zeminde yer almaktadır.

Âidiyet ve savaş

Savaş ve âidiyet, günümüz toplumunda artık yalnızca devlet erkânının yâhut siyasî liderlerin değil, her ferdin zihin dünyasında ve hayat hikâyesinde de yer tutan bir temel mes'ele hâlini almıştır. Yakın tarih boyunca, toplumlar savaş karşısında ekserîyetle yekpâre ve müşterek bir ruh hâli sergilerdi. Fransız Devrimi'nden Birinci Dünya Savaşı'na, Sovyetlerin "Büyük Vatan Savaşı"ndan Anadolu'nun Millî Mücadele'sine kadar, savaş ve fedakârlık müşterek bir kaderin, âdeta sorgusuz sualsiz bir vecîbenin nişânesi addedildi. O devirlerde milyonlarca insan için "uğruna savaşılacak şey" müşahhas ve kat'iydi: Ülke, ulus, bayrak yâhut kutsal bir inanç.

Lâkin, bilhassa İkinci Dünya Harbi'nden ve Soğuk Savaş sonrası devirden itibâren, bu tablo derin bir değişime uğradı. Avrupa'da savaşın yarattığı büyük tahrîbat, kitlesel fedakârlıkların kutsiyetine dahi gölge düşürmüştü. 1968 gençliği, ABD'de Vietnam Savaşı'na karşı gelişen başkaldırılar, Batı dünyasında "savaş" ve "feda" kavramlarının kutsallığını tartışmaya açtı. Refâhın yayılması, kentleşme, bireysel yaşama ağırlık verilmesi ve köyden kopuşun hızlandığı dönemlerde, âidiyet ve fedakârlık telâkkisinin de semantik dokusu sarsıldı. Mülkiyetin ve yerleşikliğin çözülmesiyle, müşterek kader ve müşterek hikâye fikri zayıflamaya yüz tuttu.

Bu zihnîyet dönüşümünün günümüzdeki sembol misâllerinden biri, Almanya'da yaşanan toplumsal bir tartışmadır. Radikal pasifist Ole Nymoen adlı müellifin Warum ich niemals für mein Land kämpfen würde: Gegen die Kriegstüchtigkeit, yani Neden Asla Ülkem İçin Savaşmayacağım: Seferberliğe Karşı başlıklı eseri, ülkede harâretli bir tartışmaya sebebîyet verdi. Nymoen, eserinde devlet yâhut vatan için savaşmanın değil, şahsî vicdan ve barışın esas olduğunu ileri sürmektedir. Savaşın hiçbir ideolojik ve siyâsî gerekçeyle haklı gösterilemeyeceğini savunur. Olası bir Rus saldırısında ilk yapacağı şeyin ülkeden kaçmaya çalışmak olacağını defaatle beyân etmiştir. Nymoen'in bu radikal beyânı, yalnız entelektüel çevrelerde değil, medya, akademya ve dijital mecralarda da derin yankılar buldu, hattâ bu tarz temâyülleri su yüzüne çıkardı. Kimisi bu tavrı yeni bir cesaret, kimisi müşterek âidiyetin çözülmesi olarak telâkki etmektedir. Almanya'da ve Avrupa'nın birçok ülkesinde genç nesiller arasında, ülke uğruna savaşmak fikri evvelki devirlere nazaran çok daha sorgulayıcı ve tereddütlü bir zeminde yer almaktadır.

Türkiye'de de benzerî zihnîyet kırılmalarına tesâdüf edilmektedir. Geçen haftalarda bir sokak röportajında "Savaş çıkarsa kaçarım" diyen genç bir kadının beyânı, sosyal medyada büyük bir infiâle sebep oldu. Kimisi bu sözü hıyanet addederken kimisi de aynı kanaati paylaştığını ifâde etmiştir. Yine aynı günlerde bizâtihi bir siyasî parti genel başkanının özel bir sohbet esnâsında naklen "Bu toplum uğruna savaşmam" minvalinde bir cümle kuran milliyetçi bir akademisyenden söz etmesi, toplumsal âidiyet ve seferberlik tahayyülündeki dönüşümün bir vesîkasıdır. Bu hâdiseler, kanaatimizce, tesâdüfî veya lâlettayin çıkışlar değil, yapısal bir toplumsal dönüşümün müşahhas işâretleridir.

Uluslararası saha araştırmaları ve Value Survey gibi çalışmalar, savaş ve âidiyet mefhumlarında toplumsal manzaranın yekpâreliğini yitirdiğini gösteriyor. Kanaatimizce kırsalda yaşayan, mülk sâhibi, toprakla içli dışlı, yerleşik ve daha yaşlı kuşaklar, yüksek âidiyet ve müdafaa refleksi sergilerken, şehirli, genç, tahsilli ve mülkiyetten yoksun tabakalarda, "uğrunda savaşılacak şey nedir?" suâli bambaşka ve ekserîyetle tereddütlü bir cevaba kavuşuyor.

Neticede, savaş ve âidiyet artık ne devlet buyruklarıyla ne de eski büyük anlatılarla izah edilebilir. ''Yekpâre'' toplum yerini katmanlı, çoğu zaman çelişkili ve sorgulayıcı bir yapıya terk etmiş; müşterek hikâyenin ve dayanışmanın yeniden inşâsı, günümüz toplumunun başat mes'elesi hâline gelmiştir.

Beka söyleminin sosyoekonomik mâhiyeti

Son senelerde siyasî ve toplumsal mecrada sıkça işitilen "beka" söylemi, zâhirde bir varlık ve tehdit hissiyâtı taşısa da, hakîkatte toplumun hangi tabakasında ne ölçüde karşılık bulduğu, kanaatimce doğrudan mülkiyet mes'elesi ve sosyoekonomik yerleşikliğe dayanmaktadır. Bugün beka kaygısının toplumun hangi damarında gerçek bir endişeye dönüştüğü, çoğu zaman sâhip olunan toprağın, evin, arsanın ve o yerleşik hayâta dâir müşterek hâfızanın şekliyle izah olunabilir. Bu minvalde, beka telâkkisi tarihî, siyasî ve psikolojik olduğu kadar, toplumsal mülkiyet ilişkilerinin de bir tezâhürüdür.

Dikkatle bakıldığında, beka telaşı yâhut vatan uğruna fedakârlık arzusu, en ziyade bir şekilde yerleşik ve kök salmış olan kesimlerde - toprağı, evi, arsası, dükkânı olan zümrelerde - sahici bir karşılık bulmaktadır. Orta Avrupa'nın kasabalarında, Amerika'nın iç bölgelerinde veyâ Anadolu'nun taşrasında yaşayan, mülkiyetiyle bir geleceği, bir nesli ve bir hatırâyı muhâfaza eden kimseler için "beka", zâhir bir siyasî tâbirden çok daha öte, bizzat kendi varlığıyla, âilesinin devamı ve hayat hikâyesiyle iç içe geçmiş bir endîşedir. Mülkiyetin âidiyetle birleştiği yerde, "toprak elden giderse" sözü, kuru bir slogan değil, bütün bir ömrün, emeğin ve neslin zayi olmasıdır.

Buna mukabil, büyük şehirlerde ikâmet eden, kiracı, taşradan kopmuş, göçmen veya geçici işlerde çalışan, mülkiyetle râbıtası zayıf yeni toplumsal tabakalarda ise beka söylemi, ekserîyetle daha zâhir ve sathî kalmaktadır. Buradaki fert için "ülkenin geleceği" ve devletin ontolojik yapısı çoğunlukla meçhul bir kavramdır. Beka ise devlet ricâlinin veyâ medya mecralarının bir nutkundan ibârettir. Toprağı, evi yâhut nesilden nesile devredilen bir hatırası olmayan için, beka kaygısı da gündelik hayâtın, istihdam ve geçim endîşesinin, yâhut bireysel selâmetin gerisinde kalır.

Kanaatimce World Value Survey gibi uluslararası araştırmalardaki rakamları bir araya getirince, bu hipotezimiz geçici olarak teyit edilmektedir. "Ülkeniz için savaşır mısınız?" suâline verilen cevaplar, köylerde ve küçük şehirlerde, mülk sahibi ve ileri yaştaki kişilerin oranıyla mukâkeyese edildiğinde rakamlar birbiriyle kısmen örtüşmektedir. Büyükşehirlerde, gençler, tahsilli ve göçmen kökenli tabakalarda, mülkiyetten âzâde kesimlerde bu oranın ciddî şekilde düşmesi kuvvetle muhtemeldir. Bu kanaat, beka söyleminin toplumsal karşılığının, mülkiyet ve yerleşiklikle ne denli irtibatlı olduğunu ortaya koymaktadır.

Buradan hareketle, beka kaygısı esâsen mülkiyetin, yerleşikliğin, biriktirilmiş âidiyetin, toprakla hemhâl olmanın ve müşterek geleceğin müdâfaası olarak değerlendirilebilir. Mülkiyetsiz, toprakla râbıtasız, geçici yâhut kentli yeni tabakalarda ise bu söylem, çoğu kez devletin yâhut siyasî otoritenin retoriği olarak algılanmaktadır. Beka telâşının sahici ve derin bir toplumsal refleks üretebilmesi, evvelâ orada maddî-manevî bir âidiyetin, müşterek bir hikâyenin varlığına bağlıdır.

Son kertede, beka söyleminin siyasî mecradan çıkıp sahici bir toplumsal cevaba dönüşebilmesi, toplumun hangi damarında âidiyetin müşahhas bir zemin bulduğuyla alakalıdır. Âidiyetin ve mülkiyetin silindiği, coğrafî râbıtanın gevşediği büyükşehirlerde ise, beka daha ziyâde bir slogan, bir çağrı yâhut gelip geçici bir sesleniş olarak kabûl edilmektedir.