Yardım kuyruğuna kurşun: Gazze'de insanlığın çöküşü

Cihad İslam Yılmaz/ GÜVENSAM Genel Koordinatörü
7/3/2025

Bosna'da, Ruanda'da, Srebrenitsa'da, Halepçe'de yaşanan katliamlar sonrasında, hep geç gelen bir pişmanlığın izlerini görürüz. Oysa Gazze'de yaşananlar “daha sonra” öğrenilen şeyler değildir. Her şey gözümüzün önünde oluyor. Kurşun sesiyle birlikte yankılanan en ağır çığlık, bugün artık insanlığın sessizliğidir.



Tarih, zalimlerin gürültüsünü değil, mazlumların sessizliğini en derin yankısıyla taşır. Bu çağ, teknolojik ilerlemelerin, diplomatik vitrinin ve küresel sözleşmelerin ardında büyük bir insanlık imtihanına sahne oluyor: Gazze. Bir halk, dünyanın gözü önünde kuşatılmış, aç bırakılmış, yardım beklerken hedef tahtasına dönüştürülmüş durumda. Bugün Gazze'de yaşananlar, savaşın değil, vicdansızlığın anatomisidir.

Uluslararası hukuk kurallarına, insan hakları normlarına ve asgari ahlaki değer yargılarına açıkça meydan okuyan bir vahşetle karşı karşıyayız. Üstelik bu vahşet, "yardım" kelimesinin bile hedefe dönüştüğü bir merhaleye ulaşmış durumda. Son günlerde, yardım bekleyen sivillere yöneltilen ateş, sadece aç ve yaralı insanları değil; aynı zamanda insanlığın ortak değerlerini de delik deşik etmiştir.

Ahlaki çöküşün sürekliliği

Gazze'ye yönelik kuşatma, bir günü ya da bir çatışma anını değil, on yıllara yayılan sistemli bir baskı rejimini temsil eder. Bu küçük coğrafya, özellikle 2007'den bu yana İsrail tarafından uygulanan hava, kara ve deniz ablukasıyla adeta açık hava hapishanesine dönüştürülmüştür. Bu ablukayla birlikte Gazze, gıda, temiz su, ilaç, yakıt ve temel yaşam malzemelerine erişimi büyük ölçüde kısıtlanmış; insani yardım kuruluşlarının faaliyetleri ya engellenmiş ya da sürekli tehdit altına alınmıştır.

Uluslararası hukuka göre sivilleri hedef alan bu tür kuşatmalar, "toplu cezalandırma" olarak tanımlanır ve savaş suçu kapsamında değerlendirilir. Nitekim 1949 Cenevre Sözleşmeleri'nde sivillerin korunmasına dair hükümler açık ve nettir. Ancak Gazze, bu sözleşmelerin saygı gördüğü bir dünya düzeninden uzakta, adeta kendi zamanından koparılmış bir insanlık yarası hâline gelmiştir.

Bu tarihsel kuşatmanın daha gerisine gidildiğinde, 1948 Nekbe'si ile başlayan Filistinlilerin sistematik yerinden edilmesi politikası görülür. Gazze, bu travmatik tarihsel sürecin hem tanığı hem de taşıyıcısıdır. 1967 sonrası işgal rejimi, yerleşim politikaları ve ayrımcı uygulamalarla birlikte Filistin topraklarında bir apartheid düzeni inşa edilmiştir – ki bu artık sadece aktivistlerin değil, uluslararası insan hakları kuruluşlarının da raporlarında açıkça yer bulan bir tespittir.

Gazze'ye yönelik saldırıların arkasındaki zihniyet, bu tarihsel sürekliliğin bir ürünüdür. Filistin halkının varlığını tanımayan, onu sürekli bir "güvenlik riski" olarak kodlayan bir siyasal akıl, yardımı bile düşmanlık gerekçesi sayarak, artık yalnızca direnişi değil, yaşamı da hedef almaktadır.

İnsanlığın kayıp noktası

Bugünlerde dünyanın artık alışkanlıkla izlediği ama vicdanla anlamlandıramadığı bir vahşet daha yaşandı: İsrail güçleri, Gazze'nin kuzeyinde yardım dağıtımı sırasında toplanan sivillere ateş açtı. Kamyonların etrafında, günlerdir bir lokma ekmek umuduyla bekleyen yüzlerce aç insanın üzerine kurşunlar yağdırıldı. Olayda onlarca kişi hayatını kaybetti, çok sayıda sivil ağır yaralandı. Bu saldırı, artık savaşla açıklanamayacak türden bir kasıt ve inkâr siyasetinin yeni bir göstergesiydi.

Uluslararası ajanslar ve yardım kuruluşları, olayın gerçekleştiği bölgenin daha önceden İsrail ordusu tarafından "güvenli insani bölge" olarak ilan edildiğini, yardım dağıtımının koordine edildiğini belirtti. Ancak tüm bu açıklamalara rağmen, yardım konvoyuna yönelik saldırının hiçbir askeri gerekçeyle açıklanamayacağı açık. Bu, yalnızca silahlı bir gücün sivillere yönelik şiddeti değil; aynı zamanda insan onurunun, merhametin ve uluslararası hukuk ilkelerinin topyekûn inkârıdır.

Bu saldırı, daha önce Şubat ve Mart 2024'te benzeri yardım kuyruklarına yapılan saldırılarla aynı çizgide ilerliyor. Sivil halka yardım ulaştırmak için çalışan gönüllülerin, insani yardım tırlarının ve kuyruklarda bekleyen yaşlıların, kadınların, çocukların hedef alınması; tesadüfi değil, sistematik bir sindirme ve yıldırma stratejisidir. İsrail ordusu, bu yöntemle halkın en temel yaşamsal beklentilerini dahi cezalandırmakta; açlığı, korkuyu ve umutsuzluğu bir silaha dönüştürmektedir.

Bu olayda ölenler yalnızca Gazzeliler değil; insan haklarının ve küresel sistemin inandırıcılığıdır. Saldırganın adı biliniyor, kurbanların sayısı ortada, görüntüler dünyanın her köşesine ulaşmış durumda. Ancak hâlâ ne hesap soran var, ne de anlamaya çalışan. Sanki insanlık, Gazze söz konusu olduğunda, gözlerini ve kalbini eş zamanlı olarak kapatmayı öğrenmiş durumda.

Bu sessizlik de bir suçtur

Gazze'de yardım dağıtımına ateş açılması, yalnızca bir askerî emirle açıklanabilecek bir olay değildir. Bu, sadece stratejik ya da taktiksel bir hata da değildir. Bu, insan yaşamına, yardıma, umuda, dayanışmaya ve merhamete bilinçli bir saldırıdır. Ve bu saldırı, bugünün değil, uzun yıllardır inşa edilen bir zihniyetin açık tezahürüdür. Gazze halkının yalnız bırakılması, onun yaşama hakkına duyarsız kalınması, bütün insanlık için derin bir ahlaki çöküştür.

İsrail'in uyguladığı bu siyaset, artık konvansiyonel savaş yöntemlerinin ötesinde, sivil yaşamı yok etmeye dönük bir imha stratejisine dönüşmüştür. Yardım sırası bekleyenlere ateş açmak, bir ülkenin silah gücünü değil, ahlakının tükenmişliğini gösterir.

Vicdan, siyasi pozisyonla şekillenmez

En ürkütücü olan ise, bu tür saldırıların dünyanın büyük bir bölümünde hâlâ "tartışmalı" olarak görülmesi ya da üstü kapalı meşrulaştırılmasıdır. Oysa vicdan, siyasi pozisyonla şekillenmez. Yardım alan bir çocuğun, bir kadının ya da yaşlının kurşunlara hedef olması, "taraflar arası çatışma" kavramına sığmaz. Bu suskunluk, yalnızca ahlaki bir körlük değil; aynı zamanda pasif bir suç ortaklığıdır.

İnsanlık tarihine dönüp baktığımızda; Bosna'da, Ruanda'da, Srebrenitsa'da, Halepçe'de yaşanan katliamlar sonrasında, hep geç gelen bir pişmanlığın izlerini görürüz. Oysa Gazze'de yaşananlar "daha sonra" öğrenilen şeyler değildir. Her şey gözümüzün önünde oluyor. Kurşun sesiyle birlikte yankılanan en ağır çığlık, bugün artık insanlığın sessizliğidir.

İsrail'in saldırıları karşısında sadece devletten devlete değil, aynı zamanda insanla insan arasında bir hesaplaşma yaşanmaktadır. Bu çağ, kimin ne söylediğini değil, kimin sustuğunu da hatırlayacaktır.

Çağrı: Sessizliğin bedeli, tarihin vicdanıdır

Gazze'de yaşananlar, ne yalnızca bir çatışma ne de yalnızca bir trajedidir; bu, insanlık onurunun sistemli biçimde aşağılandığı, ahlaki referansların çöktüğü ve vicdanın küresel ölçekte iflas ettiği bir çağın aynasıdır. Yardım almak için kuyrukta bekleyen insanların kurşunlara hedef olduğu bir dünyada, sadece kurşunu sıkan değil, görüp de susan herkes sorumludur.

Bugün Gazze konuşulurken, aslında bir halkın yaşam hakkı değil, bizim insanlık iddiamız sorgulanmaktadır. Çünkü Gazze, sınırların, ideolojilerin, tarafların ötesindedir. Gazze; bir çocuğun, bir annenin, bir yaşlının gözündeki korkunun adıdır. Ve bu korkuya kayıtsız kalmak, sadece siyasi ya da diplomatik bir tutum değil, aynı zamanda ahlaki bir tükeniştir.

Zulme karşı ses çıkarmak, sadece bir hak değil, bir sorumluluktur. Gazze'de olanlar, tarihsel olarak "olağanüstü" değil; artık olağan hâle gelmiş bir zulüm düzeninin içinden geçiyor. Bu düzeni olağan karşılayan her suskunluk, yarının mahkeme salonlarında değil, çocukların mezar taşlarında yankılanacaktır.

Artık kimse "bilmiyorduk" diyemez. Artık kimse "taraf değildik" deme lüksüne sahip değil. Çünkü bu çağ, sadece tanıklık etme çağı değil; taraf olma, insanlık safında durma çağrısıdır.

Tarih, zulmü yapanı yazacak elbette. Ama daha önemlisi, susanı da unutmayacaktır.