Türkiye, yüzyıllardır yalnızca bir coğrafi geçiş bölgesi değil, aynı zamanda jeopolitik kırılma hatlarında yer alan stratejik bir aktör olagelmişti. Avrupa ile Asya'nın kavşak noktasında, Orta Doğu, Kafkasya ve Balkanlar gibi hassas bölgelerin kesişiminde konumlanan Türkiye, güç mücadelelerinin tam merkezinde yer almıştır.
Bu pozisyonu, onu hem Soğuk Savaş döneminde hem de günümüz çok kutuplu uluslararası sisteminde vazgeçilmez bir aktör haline getiriyor. Soğuk Savaş boyunca Türkiye, Batı bloğunun bir parçası olarak NATO'nun doğu kanadında yer aldı. Ancak bu konum sadece askeri bir üyelikle sınırlı değildi; aynı zamanda Sovyet yayılmacılığına karşı bir tampon devlet rolü üstlendi. 1952 yılında NATO'ya katılan Türkiye, ABD'nin ve müttefiklerinin güvenlik stratejisinde kilit rol oynamaya başladı.
Soğuk Savaş sona erdiğinde birçok ülke uluslararası sistemde etkisizleşirken, Türkiye stratejik önemini kaybetmek bir yana daha da artırdı. Özellikle 2000'li yıllarda Orta Doğu'da yaşanan krizler, enerji nakil hatları ve göçmen akımları Türkiye'yi yeniden küresel aktörlerin ilgi odağı haline getirdi. Samuel Huntington'ın Medeniyetler Çatışması tezinde, Türkiye İslam dünyası ile Batı arasında bir köprü olarak tanımlanır ve bu nedenle özgün ve bağımsız bir eksen oluşturabilecek "yalnız bir medeniyet" olasılığı taşıdığını belirtir.
Bugünün çok kutuplu dünyasında Türkiye artık yalnızca taraflar arasında seçim yapan bir ülke değil; kendi jeopolitik çıkarlarını merkeze alan ve oyun kurucu olmaya aday bir devlettir. Stratejik konumunu kullanarak Doğu ile Batı, Kuzey ile Güney arasında diplomatik manevra alanını genişletmekte; bu da onu yalnızca bir "tahta parçası" değil, oyunun yönünü değiştirebilecek bir aktör haline getirmektedir.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, yirmi yılı aşkın bir süredir Batı, Rusya ve Çin arasında ince bir denge politikası izliyor. Türkiye, Rusya'nın Ukrayna'ya karşı yürüttüğü savaşta her iki tarafla da ilişkilerini sürdürerek kazanç elde etti. Aynı zamanda Suriye, Libya, Güney Kafkasya, Doğu Akdeniz ve Körfez'de askeri etkisini artırdı, Afrika, Orta Asya ve Batı Balkanlar'da yumuşak gücünü yaydı ve önemli bir ulusal savunma sanayisi kurdu. Uluslararası ilişkiler uzmanları bu durumu ''denge oyunu'' terimi ile ifade ediyor.
Hatırlanacağı üzere, Trump'ın ilk başkanlık döneminde, Türkiye'nin Rusya'dan gelişmiş bir hava savunma sistemi satın alarak Washington'un uyarılarını görmezden gelmesi nedeniyle, ABD Türkiye'yi F-35 savaş uçağı programından çıkardı. Benzer şekilde, Trump bir noktada, Erdoğan'ın PKK'ya karşı Suriye'ye asker göndermesi durumunda Türkiye ekonomisini yok etmekle tehdit etmişti.
Ancak tüm bu gerilimli süreçlere rağmen, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Donald Trump arasındaki kişisel ilişki, klasik diplomatik çerçevenin ötesine geçerek birçok kritik başlığın yönetilmesini mümkün kıldı. Trump'ın döneminde sık sık vurguladığı "Erdoğan'la iyi anlaşıyoruz" söylemi, Türkiye'nin ABD ile ilişkilerinde yeni dönemin başlangıcı kabul ediliyor.
Bu "kişisel diplomasi" modeli, Türkiye'nin yalnızca bölgesel bir aktör değil, aynı zamanda küresel ölçekte karar süreçlerini etkileyebilecek lider profiline sahip olduğunu da gösterdi.
Erdoğan'ı "güçlü ve zeki bir lider" olarak tanımlayan Trump, Türkiye'nin Suriye başta olmak üzere bölgesel krizlerde oynadığı rolün altını çizmiş, Batı'nın zaman zaman görmek istemediği bu etkinliği açıkça kabul etmiştir.
Uluslararası sistemin giderek daha kaotik hale geldiği, ABD-Çin rekabetinin derinleştiği, Rusya'nın Batı ile cepheleştiği ve Avrupa Birliği'nin iç sorunlarla boğuştuğu bir dönemde, Türkiye gibi bağımsız karar alma kapasitesine sahip bölgesel güçlerin önemi daha da arttı. Türkiye; bir yandan NATO üyeliğini sürdürürken, diğer yandan Şanghay İşbirliği Örgütü, Türk Devletleri Teşkilatı gibi farklı jeopolitik platformlarda aktif rol oynamakta; bu da onu "çok taraflılık diplomasisinin model ülkesi" konumuna yükseltiyor.
Özellikle Rusya-Ukrayna Savaşı sonrasında Karadeniz güvenliği açısından Montrö Sözleşmesi'ni etkin biçimde uygulaması, Tahıl Koridoru Anlaşması'na arabuluculuk yapması ve hem Moskova hem de Kiev ile diyaloğunu sürdürebilmesi, Türkiye'nin klasik blok siyaseti dışına çıkarak dengeleyici aktör rolünü pekiştirmiştir
Artık Türkiye, uluslararası sistemde sadece dış aktörlerin yönlendirdiği bir ülke değil, kendi ajandasını oluşturan, çıkarlarını korumak için gerektiğinde risk alabilen bir jeopolitik güçtür. Erdoğan-Trump ilişkisi bu dinamikte önemli bir örnek sunarken, Türkiye'nin yükselen diplomatik kapasitesi, teknolojik kabiliyeti ve bölgesel nüfuzu onu önümüzdeki yıllarda çok daha fazla oyun kurucu ve yönlendirici aktör haline getirecektir.
Türkiye'nin "yalnız bir medeniyet" olasılığını gündeme getiren Huntington'ın çerçevesi bugün bir kez daha doğrulanmakta; Türkiye ne tamamen Batı'nın ne de Doğu'nun bir parçası olarak değil, kendi eksenini oluşturan bir güç merkezi olarak ortaya çıkmaktadır.